14 Haziran 2010 Pazartesi

VAHDET!

İ'lem eyyühe'l-aziz! Sâniin vahdetine en sadık şahitlerden birincisi, cüz'î ve küllî eşyalarda görünen vahdetlerdir. Çünkü, herhangi birşey zerreden âleme kadar vahdetle muttasıf ve alâkadardır. Öyleyse, Sânide de vahdet var. Öyleyse Sâni Ehaddir.

İkincisi: Herşeyde kabiliyetinin liyâkatine göre bir kemal-i itkan vardır. En âdi, küçük, nebâtî ve hayvanî birşeyde kör gözler bile gördükleri öyle bir antika eser-i san'at vardır ki, insanları hayrette bırakır.
Üçüncüsü: Herşeyin icad ve inşâsındaki suhulettir. Gözle görünen san'attaki suhulet ispata, delile muhtaç değildir.

AYRILIK ZOR!

Sefine-i arz sür'atle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh, o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firâkın elemi, telâki lezzetinden ağırdır.

ARMUT DALDA SALLANIR!

Eğer onlar şuhudî bir yakîn ile haşr-i umumîyi görmek isterlerse, akıllarını da beraber bulundurmak şartıyla, yaz mevsiminde küre-i arz bahçesine girsinler. Acaba ağaç dallarından sallanan o tatlı, ballı, nazif, lâtif kudret mucizeleri, o mahlûkat-ı lâtife, evvelkisinin, yani ölüp giden semeratın aynı veya misli değil midir? Eğer insanlarda olduğu gibi o meyvelerde de vahdet-i ruhiye olmuş olsaydı, geçmiş ve gelen yeni meyveler birbirinin aynı olmaz mıydı? Fakat, ruhları olmadığı için aralarında ayniyete yakın öyle bir misliyet vardır ki, ne aynıdır ve ne de gayr keyfiyeti gösterir. Acaba semerattaki bu vaziyeti gören, haşri istib'ad edebilir mi?

ÖYLE BİR ALLAH(C.C) Kİ......

Öyle bir Allah'a hamd, medih ve senâlar ederiz ki, şu âlem-i kebir Onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de Onun ibdâıdır. Biri inşâsı, diğeri binâsıdır. Biri san'atı, diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri ziynetidir. Biri rahmeti, diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rububiyetidir. Biri mahlûku, diğeri masnûudur. Biri mülkü, diğeri memlûküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir. Evet, bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah'ın mülkü ve malı olduğu, i'câzvâri sikke ve mühürleriyle sâbittir.

13 Haziran 2010 Pazar

ZARF VE MAZRUF MESELESİ

İ'lem eyyühe'l-aziz!
Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir.
Bu itibarla insanla kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur.
Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur.
Bu kaide, Arş ile kevn hakkında da tatbik edilir.
Şöyle ki: Arş Zahir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır.
Bu halitada dahil olan ism-i Zahir itibarıyla, Arş, mülk, kevn melekût olur.
İsm-i Bâtın itibarıyla, Arş, melekût, kevn mülk olur.
Demek, Arşa ism-i Zahir nazarıyla bakılırsa, kendisi zarf, kevn de mazruf olur.
İsm-i Bâtın gözüyle bakılırsa, kendisi mazruf, kevn zarf olur.
Ve keza, ism-i Evvel itibarıyla, "Arşı su üzerindeyken..." Hûd Sûresi, 11:7 âyetinin işaret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor.
Ve ismi Âhir itibarıyla, "Cennetin damı Rahmân'ın Arşıdır." hadis-i şerifinin ima ettiği kevnin nihayetini içine alıyor.
Demek, Arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisselerle kevn ve vücudun sağını solunu, üstünü ve altını ihata etmiş olur.

Mesnevî-i Nuriye - Hubâb